‘’Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.’’ Pericles
Çelişkiler yumağına dönen ülkemizde, “ben öyle istedim oldu” diyen makam müptezelleri ile demokrasicilik oyunları sahneleniyor. Bilindik, evrensel ne kadar kavram, kural, değer varsa bu türlerin kana susamış dillerinde, kin kokan nefeslerinde, köhne zihinlerinde parçalanıyor, gerçeklikleri tahrip ediliyor.
Cehaletin bataklığında, istikrarlı yalanlarla hamurlaştırılıyor sosyal belleğimiz nicedir. Geçmişin tekil iktidarına sövmeyi alışkanlık haline getiren erk, ne tuhaftır ki yeni bir dikta yönetimini ilan ediyor icraatlarıyla. Biat etmeyenin potansiyel terörist sayıldığı, zindanlara atıldığı, en hafifi haklarının yok sayıldığı haykırılıyor, duyan kim? İdam kalktı bu ülkede güya ama sırf demokratik haklarını kullanmak istedikleri için ölümle imtihan ediliyor hırpalanıp, dövülen, coplanıp, vurulan niceleri… Tıpkı 1 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul’da İşçi ve Emekçi Bayramı’nı kutlamak isteyenlere uygulanan akıl almaz, vicdan kabul etmez şiddet gibi.
Emek sendikaları için Taksim, 34 işçinin öldüğü kanlı 1 Mayıs 1977den sonra, tarihsel bir semboldür. Halâ faillerinin bulunamadığı o katliamda hayatını kaybedenlere saygı sunmanın, anmanın da bayram kutlamasının bir parçası olduğu anlaşılmak istenmiyor ne yazık ki . Emek mücadelesinin simgesi Taksim’i kutlamalara kapatmak buyurgan, dediğim dedik ve vatandaşına suç işleyebilir şüphesiyle yaklaşan faşizan anlayışın yansıması değil de nedir? Keyifle, coşkuyla kutlanabilecek bir bayram, devlet terörü ile savaşı aratmayacak görüntülere sahne oldu. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve İçişleri Bakanı Muammer Güler el ele verip 30 bin polisi, biber gazı, tazyikli su önlemleri (!) alsınlar da kimse inşaat çukurlarına düşmesin diye vatandaşın üzerine saldılar. Böylece vatandaş inşaat çukuruna değil, polis şiddetinin tam ortasına düştü. Kolluk güçleri sanki stok fazlası gaz bombasını eritmekle görevlendirilmiş gibiydi.
Ne olurdu binlerce polisi vatandaşla karşı karşıya getirmek, Taksim’i savaş alanına çevirmek yerine, köhne devlet anlayışından uzak, iyi niyetli bir yaklaşımla yönetilseydi süreç, mantık dışı inattan vazgeçilseydi? Kimsenin canı yanmayacaktı.
Parmak sallayan, tehditkâr, kibirli bir anlayış hükmediyor geleceğimize, tıpkı 12 Eylül cuntası karabasanının üzerimize çöktüğü günlerde olduğu gibi… İstanbul Valisi çıkıyor, yaralanan 17 yaşındaki Dilan’a uygulanan ölümcül şiddet için “ Marjinal örgüt üyesiydi” savunmasını yapıyor. Tüyler ürpertici bir açıklama. İşçi babanın duyarlı kızı yaftalanıyor, geleceği karanlığa,mahkum ediliyor böylece. Aklıma Erdal Eren’in 17 yaşında idam sehpasına gönderilişi geliyor. Vali durmuyor, devam ediyor: “ Yaptığımız hiçbir eksik ve yanlış işlem yoktur. Dünyanın ne kadar mahkemesi varsa, ülkemizde ne kadar mahkeme varsa müracaat edilebilir. Aldığımız karar kendi vicdanımda fevkalade doğrudur” diyor. Son yıllarda yaşanan gelişmelerden biliyoruz, gerçekten de ülkemizde Vali Mutlu’yu yargılayacak bir mahkeme olacağını düşünmek safdillik olur. Vicdanı yolunu şaşırmış insanlardaki özgüvenin dayanağı siyasi otoritenin gücü maalesef.
Hak olanı lütfediyormuş gibi sunan, işine gelmeyeni yasaklayan, vatandaşını kulu olarak gören otoriter devlet anlayışının geçtiğimiz yüz yılda kalmış olması gerekiyordu ama bizde ileri demokrasi diye yutturuluyor yığınlara, güce tapınan şakşakçıların tezahüratları eşliğinde.
Ne diyelim; Valisi Mutlu, İçişleri Bakanı Güler olan ülkemde, devlet eliyle şiddet de orantısız “teşekkür” ü hak ediyor elbette (!)