Kibirle beslenen kifayetsiz muhterislikten dem vurmuştum geçtiğimiz yıl yazdığım bir yazıda, muktedirin halet-i ruhiyesinin yansımalarına bakıp. Ancak itiraf etmeliyim ki 17 Aralık ile başlayan sürece dair tutumunun “bu denli” tahripkâr, saldırgan, anlam erozyonu yaratan, olanın bitenin üstünü örtmeye çabalı olacağını öngöremedim. Zira bizler gibi ahlâkın, namusun; ayıpları örtmek yerine üstüne gitmek, suçu görmezden gelmeyip açığa çıkarmak, cezalandırılmasını sağlamak, başkasının malına, canına, namusuna kastedenleri korumak yerine ifşa etmek olduğu öğretileri ile yetişmiş olanların böylesi bir tutumu sıradan görebilme ve kabullenme olasılıkları yoktur.

Oysa bilmeliydik; cepleri muktedirin musluğuna dayalı yağdanlıkların, biat telkinleri ve küfürlü destekleri ile megalomaninin zirvesinde yaşayan ve varoluşu artık tamamen buna bağlı birinden sağduyu ve izan beklemek safdilliktir sadece.

İktidara geliş nedenlerini ilginçtir hala “3 Y” (Yoksulluk, Yolsuzluk, Yasaklar) ile mücadele etmek olarak sunan, dillendiren bir hükümetin bunların hiç birini çözemediği gibi deforme ettiğini, bizzat yöneteni olduğunu görmemek ancak cellâdına tutkun kurbanların tercihi olabilir.

Şantaj ve tehditle, şişirilmiş hizmet sunumları, sadakayı yardım gösteren göz boyamalar, karalama kampanyalarıyla halk avcılığı yapılan bu dönemde cehaletin ne denli ürkünç sonuçları olabileceğini görüyor, yaşıyoruz. Geçenlerde yolsuzlukları protesto etmek için Başbakan’ın “Sağlam irade” afişlerinin üzerine, “Sağlam ayakkabı kutusu” stickerları yapıştıran üniversite gençlerine tepki gösteren bir vatandaşın, “Bu iktidar ülkeyi soyuyor” diyen gençlere “Soyuyorsa beni soyuyor” demesi cehaletin nerelere vardığını gözler önüne serecek nitelikte. Sanki memleket babalarının malı, aile şirketi. Tüm ülkeyi kendilerinden mütevellit sanan bir güruhun temsilcisi bu şahıs, devletin içinde yuvalanmış, devleti “torbalamış” matruşka bebekleri misali iç içe geçmiş soyguncuların alkışcısı, en miniği, “en” in varoluş dayanağı gibi.

Ayakkabı kutularından, evdeki kasalara, villa pazarlıklarına, vatandaşlık rüşvetlerine, telefonla tehdit edilen savcılara, babalarının forsuyla iş yapan bakan çocukları ve onların sırtını sıvazlayanlara, erkin oğlu olduğu için yargılanmasın diye çıkarılan yasalara, yolsuzlukların üstünü örtmek için paralel devletle mücadele yaftasıyla yerleri jet hızıyla değiştirilen polis ve yargı mensuplarına, yayın yasaklarına, interneti kısıtlamaya, aranamayan mühimmat dolu tırlara kadar hemen her şey ülkenin bir “alacakaranlık kuşağı” nda debelendiğinin göstergesi. Hangi gelişmiş demokraside göz yumulur bu denli pervasızlığa, oldu bittiye, yargı talanına? Kendi siyasi geleceklerini koruyabilmek için devletin tüm aygıtlarını, yıllarca sessiz kaldıkları, çoklukla onayladıkları bugünlerde ise “paralel devlet” diye adlandırdıkları o yapıyla mücadele etme bahanesiyle kendilerine güdümlü, işlevsiz hale getirmelerine akıl isyan ediyor, yürek sıkışıyor.

Açığa çıkan yolsuzluklarla ilgili “kumpas yapıldı” yaygarası koparılıyor şimdilerde ve ne hazindir ki Ergenekon, Balyoz gibi davalarda hiçleştirilen “masumiyet karinesi” hatırlanır oldu erkin başının yavrusu söz konusu olunca. Gizli tanıklarla, sahte delillerle cezaevlerine tıkılanlar için hatırlattığımızda bıyık altından gülüp, bu haksızlıkları “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” klişesine bağlayanlar gülünçtür şimdi can simidi gibi sarılıyorlar “Masumiyet Karinesi”ne. Her daim mağdur olmalarına alışmıştık, şimdi “manidar” bir “masumiyet” tekerlemesi başladı…

En acınılası yanı da birileri söz konusu davalardaki haksızlıklarla mücadelede vicdandan dem vururken yazılan ve söylenenlere kör ve sağır olanlar, şimdilerde vicdanlara sesleniyorlar evladına üzülen bakan babalar için. Cezaevinde halen kanserle mücadele eden Fatih Hilmioğlu’nun, oğlunun vefatında evinde acısını yaşayamaması bu duruma örnek değil midir? Hırsız, tecavüzcü ve tacizcilere gösterilen güven ve kolaylığın evlat acısı yaşayan kanser hastası bir profesöre gösterilmemesi ve o profesörün cezaevinde günden güne ölüme yaklaşmasına izleyici kalmak hangisinin vicdanında ses olmuştur sormak gerek.
Ya da tek gayeleri baskıya, zulme, dayatmalara karşı barışcıl eylem yapmak olan gençlerimizin üzerine boca edilen gaz bombaları, plastik mermilerle ölümlerine neden olup, canı gitmiş ağlayan ebeveynlerinin gözlerinin içine bakıp umursamaz bir edayla onları terörist ilan etmek hangi vicdanla örtüşür? Kim ceza gördü, kime sorulabildi bu gaddarca öldürülmeler ve failleri?
Duvara “Hükümet istifa” yazan 13 yaşındaki çocuğu 6 yılla yargılamaya kalkışmayı da bırakın vicdanla, akıl ile de açıklayamazsınız. Veya yolsuzluğun sembolü haline gelmiş ayakkabı kutusunu balkonunda göstermekten gayrı bir eylemi olmamış bir kadını yaka paça gözaltına alan bir anlayış ne derece inandırıcı olur vicdanlara seslenen söylemlerinde?
Bu ülkede, Gezi Parkı protestoları sırasında emri bizzat verdiğini söyleyen erk başının polisinin şiddetiyle, bir çocuk evine ekmek almaya giderken, başına isabet eden gaz fişeği ile vuruldu, adı Berkin Elvan ve hala komada, yaşam savaşı veriyor. Kime hesap soruldu? Orantısız şiddet nedeniyle destan yazdığı söylenen o polislere methiye düzüldü sadece.

Bugünkü gündeme baktığımızda hükümetin HSYK’nu tırpanlayan yasayla kalmayacağı, HSYK Teftiş Kurulu’na da yaptığı yerleştirmelerle istediği soruşturmaları yapıp, istemedikleri yargı mensuplarını alaşağı edecekleri bir yapıyı oluşturduklarını görüyoruz. Hoşlarına gitmeyecek, onları suçüstü gösterecek her tür girişimin uygulayıcısı hakim ve savcıların bir nevi celladı olabilecek bu Kurul. Güçler ayrılığını tanımayan bu iktidarın ne kadar ileri gidebileceğini, darbelerle savaştığı iddiasındayken ne tür bir darbenin bizzat gerçekleştireni olacağını anlatıyor bu atamalar.

“Manidar” zamanlamalar ve kumpas edebiyatıyla ortalığı velveleye verenler, kozlu siyaset türevleriyle ve artık “çete” dedikleri o yapıyla alış veriş halindeydi . Ortak düşman Ordu’nun büyük bölümünün tasfiyesiyle ABD destekli ittifak “öküz öldü, ortaklık bozuldu”ya döndü. Son bir yıldır üstü kapatılmaya çalışılan huzursuzluklar, Dershane kavgasıyla açığa çıktı. Şimdi eteklerdeki taşların dökülme zamanı. Bugün “paralel devlet” yakınmasında bulunanların, “dün” bu suçlamayı yönelttikleriyle el ele kol kola yargıyı ve emniyeti biçimlendirdiklerini, kişiye özel uygulamalara göz yumduklarını unutmamak gerekir.

Sandık “yolsuzluğun” panzehiri mi?

Başbakan Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’na bilgi verirken, Mursi’den konu açılınca, o her daim sarıldığı sandıkta hesaplaşmaya, sandığı demokrasinin tek göstergesi sayan hatalı anlayışına bakın AP Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Daniel Cohn- Bendit nasıl karşılık vermiş: ““Seçilmiş olmak tek başına demokrat olmak için yeterli değildir. Aynı zamanda halkınızı demokratik olarak da yönetiyor olmanız gerekir. Hitler de seçilmişti ama demokrat değildi” Doğru. Bu köşeden ve birçok yazımda vurguladım bunu. Demokrasinin birey odaklı hak ve özgürlükleri toplumsal normlara dayalı koruma özelliği görmezden gelinmektedir. Gelişmiş ve adil bir hukuk sistemi olmazsa olmazıdır gelişmiş demokrasilerin. Sandığı varlığınızın tek dayanağı yapmak sizi demokrat yapmaz ve sandık “yolsuzlukların” panzehiri, aklanma yeri değildir.

Son söz: Bu ülkenin insanlarını onlar ve bizler diye ikiye bölerek toplumda kutuplaşma yaratan, cumhuriyetin değerlerini tarumar eden, din ve vicdan özgürlüğünü, hak ve eşitlikleri yok sayan, yalanı devlet yönetimine sokan, bugün söylediğini ertesi gün unutan, unutturan, kendisine muhalif saydığı her kurumu, kişiyi tehdit eden ( bugün TÜSİAD ve CHP’ye yöneltilen tehdit gibi) ve cezalandıran, medyayı arka bahçesine çeviren, adaleti işlemez hale getiren, birçok konuşmasında küçümseme, hakaret bulunan, muhalife yönelikse şiddeti neredeyse öven bir tutum sergileyen muktedirlerin hesap vermeleri tarih önünde boyunlarının borcudur. Bu ülke kimsenin özel çiftliği değildir, olmayacaktır da. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk dahi tüm mal varlığını bu ülke ve kurumlarına bağışlamışken, kimse babasının malı gibi satıp, savıp, rantiyecilik yapamaz.

Not: Ocak ayında, her biri kendi alanlarında usta, unutulmaz olan memleket sevdalılarının ölüm yıldönümleri ve anmalarla dolu. Katledilen ve faili hala bulunamayan bugünü dünden öngören, anlatan yazar Uğur Mumcu’yu, siyaset ve hukuk adamı Muammer Aksoy’u, vatansever ve aydın bir emniyet müdürü olan Ali Gaffar Okkan’ı sevgi ve saygıyla anıyorum. Türk siyasetinde nezaketi ve entelektüel aydın duruşu ile damgasını vurmuş İsmail Cem’i de aynı duygularla anıyor, ışıklar içinde uyusunlar diliyorum.

Kumpas ve kozlu siyaset
Etiketlendi:             
css.php