Gezi Parkı Direnişi, özgürlük mücadelesine evrildi. Gençtiler, güzeldiler, espriliydiler, sevecendiler. Kimi zaman kitaplarını okurken, bazen de çöp torbalarıyla polisin toz duman ettiği ortalığı temizlerken, mizahla yoğrulmuş sloganlar atarken, şarkı söylerken gördük onları, sevdik. Kaybolduğunu sandığımız dayanışma ruhunu hatırladık gözlerimiz dolu dolu, heyecanla izlerken.
Evet, Park’ına sahip çıkan yüzlerle başladı her şey ama devletin yakıp yıkan, gazla bombalayan şafak baskınlarına tepki, ülke genelinde bir çığa dönüştü destek içeren protestolarla. Medeniyetin lüks binalar, gösterişli kuleler, devasa alışveriş merkezleri olduğunu sananlara, aslında ne olması gerektiğini söyleyen demokratik bir başkaldırı sardı her yanı. Üzerimizdeki ölü toprağını silkeleyip, yerine “umut” aşılayan, öncelikle 90 kuşağının özgürlük çığlığıydı.
Asabi ve mutlak yöneten olmak isteyen başbakanın, zihninde idealize ettiği ve ülkenin geneline dayattığı yaşam tarzına “Hayır” dediler. Kul olmadıklarını, vatandaş olduklarını ve haklarını hatırlatmak istediler Bağıran Siyaset’e. Onları önlerindeki bilgisayarlara gömülmüş, olup bitenden habersiz sanıyorduk, “Apolitik Gençlik” yaftasını yapıştırmıştık, bizi sarsıp “Buradayız, ayaktayız ve değerlerimize, özgürlüğümüze sahip çıkıyoruz” dediler. Sanatçısından, gerçek İslamcısına, solcusundan sağcısına, alt gelirlisinden, orta gelirlisine, gencinden yaşlısına, Alevisinden Sünnisine hemen her kesimi bir araya getirmeyi başarmış, yüzyılın gençlik hareketiydi bu. Ceberut devletin gaz bombalarıyla, TOMA’larla üstlerine yürümesine, gözlerini çıkarmasına, öldüresiye dövmesine, ölmeye bile mizahla karşılık verebilen, direnişinden vazgeçmeyen devrimci, cesur, pırıl pırıl bir gençlikten haberdarız şimdi.
Meydanlardaki bu gençlerin sesine kulak vermeyen medya, büyük patronlar hatta banka müdürleri bile, bu “uyaran” dayanışma ruhunun belirtisi, toplu el ayak çekme eylemleriyle “Çapulcu” luklarını ilan etme noktasına geldiler.
Tüm bunlar olurken Başbakan Afrika gezisindeydi. “Gezi” yi yanlış anlayıp, gezmeye gitmişti. Çapulcu ve marjinal dediği binler, milyonlara dönüştü o yokken. Yalana dolana, baskıya, haksızlıklara, zulme karşı tek vücut olmak “yine” mümkünmüş demek ki!
Başbakan, kendisine, “baskıcı, bizi yok sayan, dayatmacı anlayışından vazgeç!” diye seslenenleri; “beni destekleyen en az %50 var, onları zor tutuyorum” diyerek tehdit etme yolunu seçti ne yazık! Ona göre marjinal gruplar (Takıntı haline getirdiği CHP’yi de içine soktuğu) ideolojik bir kalkışma ile yakıp yıkıyorlardı.
Oysa haber için dolaştığımız İzmir’deki meydanlarda sadece “Biz buradayız biber gazı nerede”, “Zıplamayan Tayyip” gibi ironi içeren sloganlar atan, dans eden gençlere, saldıran” tek marjinal grup” polisti. Ha bir de ellerinde sopalarla polisin yanında yer alan bir güruh vardı provoke eden gençleri.Öldüresiye dayak atmak için orada bulunan, üniformasız, gözü dönmüş o güruhu fotoğraflarla belgelemeyi başaran İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, konuyu Meclis gündemine de taşıdı.
Ellerinde sopalarla gençlerin üzerine saldıran, küfür edip, dövüp sonra da polise teslim eden ve sonradan sivil polis oldukları söylenen bu grup barışçıl bir eylemi kana bulayarak provokasyonun âlâsını gerçekleştirmiştir. Polisi halkına düşman eden zihniyetin eseridir böylesi şiddet. Halkın içinden gelme değil midir o polisler, ne tür bir kinin tezahürüdür yaşanan?
Ve dün gece Başbakan ülkeye dönüş yaptı. Ne demişti sözcüsü Hüseyin Çelik: “Başbakan istemiyor. Karşılama yapılmayacak.” Dedi demesine de Parti örgütü ilçe başkanlıklarından, belediyelerden atılan kısa mesajlarla partilileri Atatürk Havalimanı’na çağırmaktan da geri durmadılar. Oluşturulan bindirilmiş kıtalara, seçim otobüsünden seslenen Erdoğan da elinde “hazırlıksız”ken nasılsa hazırladığı konuşma metni, yine böldü, ayrıştırdı, suçlama kolaycılığına sarıldı. Kendi evrenindeki hayaline seslendi bir nevi. Suçlamalardan yandaşları dışında hemen herkes nasibini aldı. Yalan rüzgarıyla karışık, had bildiren o meşhur öfkesiyle Başbakan’ın, Gezi direnişçilerini “Vandallık” la suçlarken, partililerinin alanda çınlayan “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganına tepkisiz kalması, günlerdir süren demokratik tepkilerin haklılığını bir kez daha gözler önüne serdi.
Konuşma metnindeki en ilginç satır başlarından biri de “Vandalların insanımıza zarar vermesine göz yumamayız” sözüydü. Hangi “Vandal” hangi “insanınıza” zarar verdi acaba? Bizim gördüğümüz, devletin zorba yaklaşımı sonucu yaralandı yüzler ve öldü Abdullah’lar, İrfan’lar, Duran’lar. Sosyal medyayı doğru dürüst ve gerçekten anlamak isteyerek takip etselerdi, “demokrasi ve özgürlük” talep eden o gençlerin, durumdan vazife çıkaran (yakıp yıkarak eylemcileri galeyana getirmeye çabalayan) bazı provokatörlere karşılık sürekli sağduyu ve provokasyonlara kapılmama mesajları verdiklerini göreceklerdi. Bu gençler yalnızca yurt ve doğa sevgisini, demokrasi bilincini, geçmişine vefayı ilmek ilmek dokuyorlar geleceğe uzanan bir köprüde. Şirazesi kaçmış “Ezeriz” türü bağırtılara hâlâ “Bırakın ezmeyi, gelin konuşalım, birbirimizi anlamaya çalışalım” cevapları veriyorlar size baş belası görünen Twitter’da.
Bir de bayrak yakıldığı iddiası var ki, şaşkınlık verici. 2010 yılında Dolapdere’de bir eylemden alınan görüntünün provoke amaçlı bugüne montajıdır o görüntü. Provokatör arayışında alınacak cevaplardan biri de bu tür yalanlarla haber yapan, bazı gazeteci ve yazarları hedef göstermekten kaçınmayan yandaş medyanızdan bir bölümdür.
Siz ezmeyi, yıkmayı talep eden kindar ve itaatkar bir gençlik yetiştirme hevesinizi tatmin etmeye çabalı, üst perdeden konuşurken, yüzyılın demokrasi şöleni gaz bombalarına, tazyikli sulara, eli sopalı provokatörlere rağmen kutlanıyor, küçümsediğiniz tencere, tava sesli evlerde.
Korku değil, sevgi ile gerçekleşiyor dayanışma. Şiddetin içinden çekip çıkardıklarını tedavi etmeye çalışan onca gönüllü doktor, tedavi için gereken ilaçları sağlayan onca eczacı, meydanlardan toplanıp gözaltına alınan, hukuki hiçbir dayanağı olmadığı halde attıkları tweetler nedeniyle toplanan gençleri savunmak için gönüllü olan onca avukat, gaz bombalarından kaçan gençleri misafir eden esnaf, evlerinin camlarına limon ve su koyan insanımız da bu ülkenin vatandaşı, hani “kucakladığınızı”(!) söylediğiniz 76 milyona dahiller.
Kibir ve şakşakçıların her daim alkış tutan elleri gözleri kör ediyor, kulakları sağır. Oysa gerçek bir devlet adamlığı, toplumsal tepkileri algılayıp, kitleleri sakinleştirme kıvraklığıyla kendini gösterir. Gözdağı vermek yalnızca derinleştirir sorunları. “Hedef ileri demokrasi!” derken, demokrasiyi “ben çoğunluğum, istediğimi yaparım” gibi ilkel ve yanlış bir tanım ve çerçeveye indirgemek halk ve muktedir arasında kapanması zor bir mesafe oluşmasına neden olur, tıpkı dün geceki konuşmanın yansıması tepkilerde olduğu gibi. Lamba kırılmış ve cin içinden çıkmıştır bir kere. Bundan sonra bu tepkileri yok saymak ve suçlamak yerine, sağduyulu bir çabayla anlamaya çalışmak, gerçek bir kucaklaşmayı yaşanır kılmak gerekiyor.
Kifayetsiz muhterislik teknolojinin hızla geliştiği, dünyadaki her bilgiye kolayca ulaşılabilinen, herkesin her şeyden kolayca haberdar olduğu bu yeni yüzyılın dinamiğinde zihinlere batıyor artık.
NOT: Hayatını kaybeden direnişçilere ve polisimize Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.