İfrata kaçmadıkça “özgüven” olumlu bir özelliktir. Cesaret ve kararlılıkla, bir de can damarı bilgiyle harmanlanmışsa ideal bir lider profilinin ana hatlarını oluşturur. Ancak saygın, sevilen, güvenilir bir lider olmak için önemli bir erdeme de sahip olmak gerekliliği göz ardı edilmemelidir: “empati kurabilme”. Toplumsal duyarlılıklara kulaklarını, gözlerini kapatan, sıkıntılarını, tepkilerini anlatma çabasına girenleri çete üyesi, cunta işbirlikçileri olarak yaftalamak gafletine düşenlerin oturdukları iktidar koltuğu, diktatörlük hırsı ile beslenen bir koltuğa dönüşür.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34. Maddesinin kendilerine verdiği hakla; sağlık çalışanları, sivil toplum örgütleri, basın mensupları, işsizler, işleri ellerinden alınanlar, eğitimciler, öğrenciler, çiftçiler, daha niceleri sorunlarını duyurmak için yürüyecekler, siz kalkıp onları bilmem ne çete üyesi diye gözden düşürme gayretine gireceksiniz, varlıkları size ipotekli şakşakçı aydın (!) kalabalığı da alkışlayacak, bunun adı ileri demokrasi olacak (!) Bu ancak faşizmle göbek bağı olan ülkelere has bir tutumdur. Başka ülkelerdeki muhalif eylemleri hak arayışı olarak görüp, destekleyen anlayışın kendi insanına yabancılaşması, eleştiriyi hakaret addedip, eleştireni ötekileştirmesini anlamak mümkün değil. Güçlü olduğu için bağıran, azarlayanın her daim haklı sayılacağı önermesi ancak korkunun hükümranlığında, baskı ile ezilmiş az gelişmiş toplumlarda geçerlidir.

Öfkenin, nefret söylemlerinin ve kendilerinden olmayana tahammülsüzlüğün yansıması; saldırıya uğrayan, yardım isteyen bir sanatçıya duyarsız kalan, yardım etmek bir yana araçlarının kapılarını kilitleyip yanından uzaklaşan sürücüler, ekranda, sosyal medyada onun bu haliyle alay etmeyi maharet sayan güdük kişiliklerle umarsız bir kördüğüm oluşmasıdır yüreklerde… Savaşı eleştiren sanat yapıtını, yarım kalmış bir heykeli yıktırmaktır, basılmamış bir kitabı suç delili sayıp yok etmeye çalışmak ya da bu durumu haklı gösterme çabasıdır, masumiyet karinesini hiçe sayıp, uluslar arası toplantılarda dahi suçu kesinleşmemiş olanları suçlu göstermektir.

1 milyon 700 bin gencin ve ailelerinin büyük bir bölümünün dişinden tırnağından artırıp, eğitim sisteminin açıklarından nemalanan dershanelere büyük umutlarla yatırdığı paraların, umutla bekleyişlerin, gençliğini yaşamaktan alıkoyulan, başlarını testlerden kaldıramayan öğrencilerin YGS’deki şifre skandalının ardından yaşadıkları travmayı anlamaktan uzak söylemler ve şifrenin varlığını kabul edip “sehven” oldu diyerek kendini savunmaya çalışan ÖSYM başkanının hala koltuğunda oturuyor olması bir yana en yürek acıtan, toplumun tamamını kucaklaması beklenen yürütmenin başının; tepkilerini dile getiren bağımsız öğrenci gruplarını karanlık suç örgütlerinin maşasıymış gibi lanse eden, “Taksim’de bin kişiyi, iki bin kişiyi yürütmek, iki bin genci yürütmek problem değil. Onlar YGS sınavının karşısında tavır ortaya koyduklarını açıklarken, biz de kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin genci koyarız.” şeklindeki aba altından sopa gösteren, tehdit içeren sözleriydi. Her ne kadar sözlerinin sonunu “biz gerilim istemiyoruz” diye bağlasa da bu sözler binlerce genç ve ailelerini yaralayan, ürküten özelliklerinin yanı sıra ötekileştirmenin de kanıtı sayıldı zihinlerde. Ne yazık! Oysa güven telkin eden sözler, duyarlılık ve anlayışla örülseydi, tüm öğrencilerin sesine kulak veren, kucaklayan yaklaşım sunulsaydı, gereğinin yapılması sağlansaydı, hüzün ve haksızlığa uğramışlık değil, güven ve huzur ortamı oluşacak, herkes kazanan olacaktı, iktidar da dahil.

Kıssasan hisse akıl ile duyguyu en iyi sentezleyen Mevlana’dan:
“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi
ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Bağıran siyaset ve duyarsızlık düğümü
css.php